Yemek tarihine giriş diye nitelendirebileceğimiz bu kısa bilgiler devam eden uzun vadeli yapılar, yani insanlar ile ilgilidir. Yemeğin ekonomisi ve antropolojisi belli başlı siyasal olaylar, sınır değişiklikleri, büyük keşifler, savaşların sonucu, ülkelerin zaferi ve yenilgisine, ticari anlaşmalara bağlıdır.
Rönesans adını verdiğimiz zengin kültürel dönüşümler 15. yüzyılda, İtalya’da gerçekleşti. Araya sıkışmış birkaç ülkeyi saymazsak, İtalya’nın yönetimi papanın elindeydi. Paralı askerlerin oluşturduğu orduların komutanı, bunun yanı sıra banker ve tüccarlar, ki bu gruba papanın akrabaları da dahildir, görkemli servetlere sahiptiler.
Germen kanı taşıyan bu zenginler, gotik adet ve gelenekleri bırakarak çok daha eski olan Roma İmparatorluğu’nun soylular sınıfından esinlendikleri adet ve merasimleri benimsediler. Rönesans adını verdiğimiz döneminde ortaya çıkışı ise bu durumun bir ürünüdür. Konuyla alakalı daha önemli bir sonuç ise, bu olgunun ortaçağ geleneklerinden köklü bir farklılaşmaya yol açan yeni bir beslenme biçimi başlatmasıdır.
Rönesans mirasının temelini oluşturan bir başka olgu da hümanizmdir. Bir hümanist, yazar ve aynı zamanda aşçı olan Bartolomeo Platina, Maestro Martino’nun yemek tariflerini ve yerel dilde yazılmış olan başka tarifleri Latince’ye çevirmiştir. Kitabın kendisi pratik bir fayda getirmemiştir fakat Latince’ye çevirilmesinden ötürü içeriğinin edebi bir saygınlığa kavuşmasını sağlamıştır. Latince’ye çevirilen ilk kitap olmasa da, ortaçağ mutfağının son evresini özetleyen bir derleme sunmak gibi hümanist bir girişimi temsil etmektedir.
En başta değinilen ticari anlaşmalara bakacak olursak, bu ticari anlaşmalar; uluslararası tüccarlar tarafından (gerçek ve özerk olan sosyal sınıf) Erken Modern diye adlandırabileceğimiz dönemde Avrupa’yı bölen birçok savaş ve dinsel farklılıklara rağmen yapılmış ve uygulanmıştır. Ayrıca tüccarların değiş tokuşlar sadece malla ve parayla sınır kalmamış, fikir alışverişi de söz konusu olmuştur. Böylece birbirlerinin kültürel eğilimlerini, alışkanlık ve adetlerini her şeyden önemlisi yemek yemek kültürlerini yakından görüp tanıma fırsatı bulmuşlardır. Yıllarca vatanlarından uzak kalmaları sebebiyle de yanlarında hizmetkar ve aşçılarını da götürmüşlerdir. Doğal olarak bu hizmetkar ve aşçılar çok şey öğrenmiş olup, zanaatlarını uygulamak adına ziyaret ettikleri şehirlerde yaşamını sürdürmeye devam etmiştir.
Bu geçmiş dönem çoğu kişi için adeta devamlı hale gelen açlığın hüküm sürdüğü uzun bir dönem olarak anımsanmaktadır. Fakat yazarımıza göre aç bir insan, Rönesans binasının inşaatındaki iskeleye tırmanmak, bir kadırgada kürek çekmek veya yelkenli bir gemiye kaptanlık etmek zorundaysa, çalışamaz.
Giovanni Rebora bu sebeple son olarak tüketici ve ekonominin belirlediği imkanlar arasındaki gerilim üzerinde durmuştur. Zenginlerin imkanları sınırsızken yoksullar elindekiyle yetinmeyi bilememiş, açlık ve açlık korkusu tüm Avrupa’yı sarmıştır. Fakat işin ironik olan kısmı, o dönemde besin kaynaklarının sıkça öne sürülmüş olmasıyla birlikte kesinlikle kıtlık olmamasıdır. Yani fakirlerin mutsuzluğu yoksul oluşlarından değil, daha fazlasını istemeleri ve elde edemeyişlerindendir. ‘‘Doğru ifade etmek gerekirse, yoksullar ‘‘lüks’’ olanın özlemi içindeydi.’’ (Rebora 11)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder